Biyoteknoloji / Gıda ve Tarım
GDO’lar Dünyayı Kurtarabilir Mi?
124 ülkeden 800 üyesi bulunan IFOAM, her üç yılda bir, kimyasallardan arınmış tarımı yaygınlaştırma, yeniliklerin paylaşımı ve kalkınmada karşılaşılan zorlukların dile getirilmesi yönündeki küresel çabalarını değerlendirmek için toplanır.Dolup taşan toplantı salonlarında yapılan araştırma sunumları, -Avrupalıların çok işlevlilik dedikleri- organik tarımın çoklu yararlarının kanıtını ayrıntılarıyla ortaya koydu. İlk olarak çiftçiler bundan yarar sağlıyor çünkü pahalı kimyasal maddelere, genetikleri değiştirilmiş tohumlara ve suni gübrelere ihtiyaç duymak yerine, zararlı böceklere karşı mücadelede ve verimliliği artırmada geniş çapta kendi çiftliklerinin bulunduğu bölgenin ekolojik sistemleriyle çalışabiliyorlar. Organik tarımın bizlere de yararı var. Bu düşük girdilerle yapılan uygulamalar biyo-çeşitliliği destekliyor (gıda güvenliği için önemli), polen taşıyıcılarını koruyor (yediğimiz gıdanın üçte biri için önemli), toprakta daha fazla karbon depolanarak çiftliğin enerji kullanım miktarını azaltıyor (iklim değişikliğinin etkilerinin azaltılması için önemli), temiz hava ve temiz su kaynaklarının gelişimini sağlıyor (her şey için önemli).
Dünyanın bir diğer ucunda Iowa’da Des Moines’te yılın gıda ödülü çok daha farklı bir tarım yöntemini ödüllendirdi. Bu tarım, petrokimyasallar, sunni gübre ve genetiği değiştirilmiş tohumlarla yapılan bir tarım. 1986’dan bu yana verilen bu ödül, görünürde “dünyada gıdanın gelişimi, niceliği, niteliği ya da erişilebilirliğiyle insanlığın gelişimine” katkıda bulunan başarıları ödüllendiriyor. Bu yıl yapılan ödül törenine PepsiCo ve Walmart gibi dünyanın en büyük gıda şirketlerinden gelen konuşmacıların yanı sıra Bayer CropScience ve DuPont gibi kimyasal şirketlerin temsilcileri yer aldı ve bundan bir yıl önce de, Monsanto’nun CEO’su Robert Fraley diğer iki meslektaşıyla birlikte bu ödülü almıştı.
2013 yılında genetik mühendisliği çalışması nedeniyle layık görüldüğü ödülü kabul ederken Fraley şunları söyledi: “Biyoteknoloji mahsulleri tarımı daha verimli hale getirirken erozyonu azaltarak, suyu koruyarak ve diğer tarımsal yükleri azaltarak tarımın çevremize olan etkisini hafifletiyor.” Fraley sözlerine şunları da ekledi: “Yeni ürünler kuraklığın etkisini azaltma potansiyeline sahip ve aynı zamanda verim ile besin değerini arttırıyor.”
Bu sözler, kulağa çok umut verici geliyor değil mi? Bunlar kulağa sanki, genetiği değiştirilmiş tohumların, organik tarımla ilişkili olan çok işlevli yararlarının çoğuna sahipmiş gibi geliyor. Bunun gibi iddialara dayanarak Fraley, GDO teknolojisinin dünyanın gıda ihtiyacını gidermede kilit rol oynadığını söylemek istiyor. Ancak GDO’ların geçmiş performansı bu vaatler doğrultusundaki becerilerinin tersini kanıtlıyor.
Monsanto’nun Blöflerini Hatırlayalım
Fraley’in, açlığı yenmek için mutlak bir zafer elde etme yoluna gitmesi hiç şaşırtmıyor. O, bu yarışta bir ata oynuyor. 2013 yılında Monsanto iki ana bölümünden -biyoteknolojik tohumlar ve kimyasal tarım ilaçları- 15 milyar dolarlık bir satış yaptı. Şirket ayrıca ABD ve deniz aşırı pazarlarda genetiği değiştirilmiş ürünleri desteklemeleri için ABD Kongresinde ve Dışişleri Bakanlığında lobi faaliyetlerinde bulunmak için milyonlarca dolar harcadı. Genetiği değiştirilmiş tohumlar ilk olarak 1982 yılında Gıda ve İlaç Yönetimi tarafından onaylandı GDO’lu ürünler ilk defa 1994 yılında piyasaya girdi ve 1999 yılına gelindiğinde GDO’lu tohumlar 100 milyon akrelik (yaklaşık 50 milyon hektar) bir alana ekilir oldu. Peki bu uygulamalar Fraley’in vaatlerini yerine getirdi mi? Biz sadece Fraley’in iddialarına dayanmamalıyız çünkü GDO’nun 17 yıllık bir geçmişi var.
Bugüne kadar Monsanto sadece bir avuç mühendislik çalışmasına odaklandı: Tohumlar, ya haşere ya da bitki öldürücülere karşı dayanıklı hale getirildi ya da iki özelliği taşıyan tohumlar üretildi. Bu tohumların çoğu, tohumların bazı haşerelere karşı zehirli olan bir protein üretmelerini sağlayan genlerle üretildi. Bitki öldürücülere karşı dayanıklı olan bu tohumlar Monsanto’nun patentli bitki öldürücüleriyle birlikte fikri mülkiyet hakkı ve kar zincirini tamamlıyor.
Fraley, Monsanto tohumlarının dünyayı doyurmada büyük rol oynadığını söylüyor ancak bu özellikteki geliştirmeler sadece iki üründe kullanıldı ve çoğu besi hayvanının karnını ya da arabaların depolarını doldurdu. 2013 yılında Monsanto’nun tohum satışlarının yüzde 64’ünü mısır, yüzde 16’sını soya ve yüzde 7’sini pamuk oluşturdu. Satışlardan sadece yüzde 13’ü bizim yediğimiz türdeki diğer sebze ve tohumlardan oluşuyor.
Buna ek olarak Monsanto tohumları sadece birkaç ülkede yetiştirilip satılıyor. ABD Sermaye Piyasası Kurumu’nun verdiği rapora göre, şirketin tohum satışlarının yüzde 79’u ABD, Kanada, Meksika Arjantin ve Brezilya’ya gidiyor. Ve Gıda Güveliği Merkezine göre, 2005 yılında ise 40 ülke, genetiği değiştirilmiş tohumların ülkelere girişini kısıtladı ya da yasakladı.
Peki ya Fraley’in bu tohumların tarımı daha verimli hale getirdiğine ve tarımın çevreye verdiği zararı azalttığına dair iddialarına ne oldu?
Verimin en kısıtlı tanımıyla bakacak olursak -hektar başına alınan randıman- Monsanto’nun elde ettiği rakamlar hiç iç açıcı değil. Şirket, ABD’de ekilen mısırdan elde edilen verimin 1996 ve 2008 yıllarında yüzde 28 arttığına işaret etmeyi seviyor (GDO’lu mısır ilk olarak 90’lı yılların sonunda ekildi). Ancak bu, oran ve nedensellik arasında şaşırtmaca yaratıyor. O yıllarda verimlilik arttı ancak bu artışın GDO’lu tohumlarla fazla bir ilgisi yoktu; bu gelişmeyi tarım yöntemlerinde geleneksel üretim ve diğer gelişmelere borçluyuz. Bir tahmine göre o dönemde, böcek öldürücü özelliği olan genetik değişimi ile ilişkilendirilen verimin yüzde 4 gibi çok az bir artış sağladığı belirtiliyor. Bu miktar, geleneksel tarımla elde dilen karın, altıda biri olarak ortaya çıkıyor.
Ayrıca, biyoteknolojik mahsulün çevreye olumsuz etkileri konusunda güçlü kanıtlar var. Sadece bir örnek verecek olursak ; Monsanto ürünleri sayesinde glifosat temelli bitki öldürücü kimyasalların kullanımının artması, bitki öldürücülerine karşı bağışıklık kazanan otların tehlikeli bir şekilde çoğalmasına sebep oldu.
Fraley’in, Monsanto’nun genetiği değiştirilmiş tohumların erozyonu azalttığına, su ve kimyasalların kullanımını düşürdüğüne dair iddialarına gelecek olursak, genetiği değiştirilmiş tohumların kullanılmaya başlamasından bu yana kayıtlarda ABD’deki tarlalarda erozyonun düştüğü görülüyor. Ancak bu da yeni tohumlar sayesinde meydana gelen bir gelişme değil. Genetiği değiştirilmiş tohumların kullanılması, 1985 tarım yasasıyla çevreyi korumayı destekleyen uygulamaların yürürlüğe girmesiyle aynı döneme denk geldi. Genetiği değiştirilmiş tohumların suyu koruduğuna dair pek bir kanıt yok. Aksine organik tarım yöntemleri çiftliklerde suyun etkin kullanımını geliştiriyor. Sağlıklı toprağın elde edilmesinin toprak ısısını düşürdüğü gözlemlendi ve böylece suyun buharlaşarak kaybolması azaltılıyor. Yapay gübreden ve petrokimyasal ürünlerden kaçınan çiftliklerin topraklarında daha fazla suyun toprakta alıkonulmasını sağlayan daha çok organik madde bulunduğu ortaya çıktı.
Fraley’in, teknolojisinin tarımsal kimyasalların kullanımını düşürdüğüne dair iddiaları, şirketin 2013 yılında yabancı ot öldürücü ilaçlardan 4 milyar dolar elde eden haşere ilacı ve Vietnam savaşında kullanılan yaprak döktürücü ilaç dahil olmak üzere ülkedeki en zehirli böcek öldürücü ilacın üreticisi olduğu göz önünde bulundurulursa biraz ironik oluyor.
Bu gerçekleri bir kenara koyarsak, elimizdeki veriler GDO teknolojisinin tarımsal kimyasal kullanımını düşürmediğini aksine arttırdığını gösteriyor. Washington Üniversitesi Sürdürülebilir Tarım ve Doğal Kaynaklar Araştırma Merkezinde Profesör olan Chuck Benbrook’un Avrupa Çevre Bilimlerinde yayınlanan araştırması, kimyasal kullanımını azaltmak için yabancı ot öldürücülere bağışıklı mahsul teknolojisinin bulunmasına rağmen 1996 ve 2011 yılları arasında GDO tohumlarının böcek öldürücü ilacının kullanımını yüzde 7 arttırdığını ortaya koyuyor.
Kaynak: http://www.organikturkiye.com.tr/2015/10/gdolar-dunyayi-kurtarabilir-mi/